Twitter'dan Sorun

11 Aralık 2010 Cumartesi

Anbean Anılar


Çok düşündüğüm zaman bahsedebileceğim en iyi konunun anılar olabileceğini fark ettim.

Gözlerimle dünyayı gördüğümü ‘hatırladığım’ yaştan beri birçok şeyi hatırlayabiliyorum. 3 yaşımda gördüğüm bir anımı dahi hatırlayabilmemin, eskiden beri bir yetenek olduğunu sanırdım. Geçmişte yaşadığım, bana ilginç gelsin gelmesin, yaşadığım olay sonucu “işte bunu asla unutmam” diyeyim demeyeyim birçok ânı unutmadım. Ama bunun bir yetenek olmadığını fark ettim. Buna sadece geçmişle yaşamak deniyormuş. Duygusala bağlamak istemiyorum. İnsanların yüzlerini kolay kolay unutmamak, geçmişte yaşadığım basit bir olayı unutmamak… Bunlar hatırlayabildiğim şeyler değil, unutmak istemediğim şeyler.

Mesela 3 yaşımda babamın askerden döndüğünü ve avazım çıktığı kadar bağırdığımı, bunun sonunda da hediye olarak oyuncak silah aldığımı hatırlıyorum. Annemin beni eğlendirmek için beni yastık olarak kullandığını ve üzerime yattığını, sonra ben hareket edince "Bu yastık sallanıyo" diyerek beni gülme krizine soktuğunu ve bunu birkaç yıl boyunca yaptığını, buna rağmen her seferinde güldüğümü hatırlıyorum.

4 yaşımda dedemin ve anneannemin Hacı olarak eve dönüşünü ve bana hediyeler getirdiğini de. Yine 4 yaşımda, evimizin önünde bir kızla birbirimize top atarken yine kazmalık yapıp topu arabaların bol geçtiği yola attığımı, sonra eve kaçtığımı, kızın da annesini çağırarak beni bulmak için sağa sola baktığını iyi hatırlıyorum. Yine bu yaşlardayken Alibeyköy’deki meşhur fırının yakınlarındaki Çırçır Camisinin yanındaki evde oturduğumu ve 3 tekerlekli bisikleti burada kullanmaya çalıştığımı unutmuyorum.

5 yaşımda kiracı olarak yeni taşındığımız o harika evin yaşlı sahibinin “Ariel almayın oğlum, Ariel Şaron gâvur, gâvur malı almayın” diyerek beni ve benim aracılığımla annemi uyardığını ayrıca sahibin karısının beni “p.ç kurusu” diyerek sevdiğini çok iyi hatırlıyorum (şimdi rahmetliler). Bu yaştayken ameliyat olduğumu, ameliyat olmadan birkaç saniye önce, doktorların iğne çıkardığını, bunun üzerine ağladığımı görünce sesi tok bir doktorun "erkek adam ağlar mı oğlum" dediğini, manzarası çok güzel bir hastane odasında kaldığımı, odayı paylaştığım bir çocuk olduğunu hatırlıyorum.

6 yaşımda sadece 2 ay için gittiğim anaokulunu, oradaki çocukların yüzlerini, asla havalı makasa sahip olamadığımı, sahip olanlara 2 ay boyunca imrendiğimi, hepimizi bir araya oturttuklarında “sıkıştım” dedikten sonra “çocuklar biraz açılın” diyen öğretmenime diğer anlamda sıkıştığımı anlatmaya çalışarak tuvalete gittiğimi acayip iyi hatırlıyorum. Yine 6 yaşımda anneme jest yapmak için bir bahçeden gül kopararak götürdüğümü, buna karşın annemin o çiçeği nerden aldığımı öğrenmesiyle “Gidip aldığın gülün sahibinden helallik dileyelim” diyerek beni bir kez daha kendine hayran bıraktığını ve yeni komşular, yeni komşu çocuklarıyla tanıştığımı hatırlıyorum. 19 Ağustos depremini hissetmediğimi, o sırada uyuduğumu, uykum ağır olduğu için annemin beni uyandırmak isterken dürtmesinden başka bir şey hissetmediğimi, korkudan dışarı çıktığımızı ve Alibeyköy’ün mısırının yakınında yatmak zorunda kaldığımızı hatırlıyorum.

7 yaşımda iken, okulumda kurduğum oyunları bu oyunlarla nasıl eğlendiğimi hiç unutmuyorum. Sınıf birinciliğini bir arkadaşımla paylaştığımı, o arkadaşımın aslan taklidi yaparak birçok hocanın sempatisini kazanmasına rağmen beni kıl ettiğini (o zamanlar çocuğuz kardeşim), bir gün dersteyken Aslan Talha’yı örnek alarak oturduğum sıradan indiğimi, çömelerek dersi takip etmek istediğimi ancak Çağlar Hoca’mın “yerine geç” tepkisiyle karşılaştığımı, ilk öğrendiğim Arapça kelimenin öğretmenim tarafından ceza aldıktan sonra celese (otur) olduğunu da unutmuyorum.

8 yaşımda sünnet olunca bakkal sahibi Bekir dedemden bir kutu çikolata, tarlaları olan Mustafa dedemden de bir tarla istediğimi ama hiç alamadığımı, sünnet düğününde elime ilk kez ve sadece bir kez kına yakıldığını ve çay içerken kınadan aldığım koku yüzünden “bir daha elime kına değerse dünyayı dağıtırım lan” diyerek babamın buna benzer tavırlarından birini sunduğumu, üzerime takılan yüz markı görünce görgüsüz gibi (ki daha önce Mark’ı görmemiştim. Heh bizim zamanımızda Mark vardı, 25000 lira vardı :D) “Baba bak, Mark!” diye bağırdığımı çok çok iyi hatırlıyorum. 8 yaşıma kadar hiç kardeşim olmadığını, bu ıstırabı o kadar yıl yaşayamamanın verdiği duyguyu, o yaşıma kadar babamın beni eğlendirmek, yalnız olmadığımı anlatmaya çalışmak için sürekli gezdirdiğini yani beni şımarttığını, kardeşim doğduğundaysa dünyaların benim olduğunu hala hatırlıyorum. Kardeşim doğmadan önce, annem hastaneye yattığında 1 hafta arkadaşımın evinde kaldığımı, annemi çok özlediğimi, arkadaşımın Hümam olduğunu, annesinin “gece siz ikiniz yatarken ben de yanınıza yattım, sonra sen uyurken bana sarıldın, herhalde rüyanda anneni gördün” diyerek o an için beni utandırdığını hatırlıyorum.

9 yaşımda çocukların en çok elinde olan tasoları biriktirdiğimi, Ash’i alabilmek uğruna 20 tasomu kaybettiğimi ve buna rağmen Ash’i alamadığımı hatırlıyorum. Yine bu yaşta, okulumu değiştirdiğimi ama yine de okul birinciliğini bırakmadığımı, sınıf arkadaşım İrem’le çok dalga geçmemden dolayı bana gıcık olmasını ve bana güreş tutma (!) teklif etmesini, bunun sonunda da her ikimizin de kazanamadan yorgun argın bitirebildiğimizi gayet iyi hatırlıyorum. Bu yaştayken hala biricik arkadaşım olan Hümam’la derste “ortak çizim izni” aldıktan sonra resim defterini açıp bi sayfasına onun askerlerini çizdiğini, bi sayfasına benim askerlerimi çizdiğimi ve oklarla birbirimizin askerlerini vurduğunu hatırlıyorum ama kimin kazandığını pek değil.

10 yaşımdayken, minibüs şoförlerinin bize durmadığını (sebebini bilemiyorum), bu yüzden arkadaşım Mehmet'le okula geç kaldığımızı ve bu yüzden de 100 kez “bir daha okula geç gelmeyeceğim” yazdığımızı, bir daha da geç gelmediğimi hatırlıyorum.

11 yaşımda yepyeni bir okul, yepyeni bir sınıf, yepyeni bir öğretmen ve yepyeni sınıf arkadaşlarım olduğunu, öğrencilik hayatımın ilk 4 senesi okul birinciliği yaparak gelmeme rağmen 4. sınıfı tekrar okuduğumu buna rağmen şimdiye bakarak pek bir şey kaybetmediğimi ve okul birinciliğini kaybettiğimi ama yine de sınıfta ilk 5’e girebildiğimi hatırlıyorum (Ben küçükken çok çalışkandım oğlum!). Bir sırada üçer kişi oturduğumuzu, iki erkek bir kız, iki kız bir erkek olarak oturduğumuzu, iki erkeğin oturduğu sırada ortada oturmak zorunda olan kişinin bir kız, iki kızın oturduğu sırada ortada oturmak zorunda olan kişinin bir erkek olduğunun tecrübesini sınıfa ilk girdiğimde 2 kızın yanına oturarak anladığımı, o iki kızın da beni aralarına almasının sebebinin daha önce ortalarına oturan Semih’ten kurtulmak için olduğunu çok iyi hatırlıyorum. O iki kişinin adının Dilara ve Asena olduğunu, Asena’nın sınıf başkanı olduğunu, ilk üç sene kimin başkanlık yaptığını öğrenemediğimi, sınıftaki kimse tarafından tam olarak bilinmeyen bilgi olarak kaldığını, Seray’ın kaçıncı sınıftan 4. sınıfa atladığını yine diğer arkadaşlardan dolayı bilemediğimi, hatırlıyorum. İkinci gün andımızı okuduktan sonra sınıfa sırayla girdiğimiz bir zamanda Gürkan’ın bana “Sen gelen 75. kişisin senden önce 74 kişiydik” dediğini ama bunun koca bir yalan olduğunu öğrendiğimi, gelen 71. kişi olduğumu hatırlıyorum. Yine ikinci gün, okula gitmeme ve sınıftaki kimsenin beni tanımamasına rağmen "Kızılay koluna katılmak isteyenler kimler?" dediğinde öğretmenimin, 16 kişinin bana oy verdiğini ve bu sayede beni Kızılay Kolu Başkanı yaptıklarını, yardımcımın da Barış olduğunu ama Barış’ın bana hiç yardımcı olmadığı hatırlıyorum. İlk seneyle ilgili unutmadığım birçok şey olduğunu hatırlıyorum. 11-50’yle burada tanıştığımı, ilk duyduğumda “bu ne saçma bi isim” diye tepki verdiğimi, oynadıktan sonra adı gibi saçma olmadığını, her teneffüste ortak oyunumuz olduğunu, bahçedeki kantinin yanında toplandığımızı, gelenlerle beraber 11-50’ye kadar sayıp sonuncuyu ebe saydığımızı, bazılarının bu oyunu hiç oynamadığını hatırlıyorum. Asena’nın 4. sınıfta herkese çok çalkantılı döneme sahip başkanlık yaşattığını, sınıfı susturma konusunda çok zorlandığını, bir keresinde tahtaya yine “Konuşanlar”ı yazdığını, sürekli konuşanlar olduğu için yazmaktan bıktığını, susun diye bağırmasına rağmen kimsenin susmadığını gördüğünde “Madem Türkçe anlamıyorsunuz, ben de İngilizce söylerim; Şadaaaaaaap (shut up)” diye uzun ve sesli bağırdığını, buna rağmen kimsenin susmadığını, üstüne üstlük daha çok güldüğünü, o bağırma sahnesinin gözümün önüne hala gelebildiğini hiç unutmuyorum.

12 yaşımda sınıf başkanlığına devam eden Asena’nın başkanlığı yerine düzgün getiremediğini, adam kayırdığını, herkese eşit davranmadığını savunduğumu, bunu tahtaya 4. ve 5. teneffüslerde uzun uzun yazdığımı, 4. teneffüsten sonraki derste başkanının bunu öğretmenimiz Mehmet Yetim’e söylemesi üzerine “Bu tür şeyleri oylarla ayarlayabiliriz” gibi bir şeyler söylediğini, 5. teneffüsten sonraki derste yine başkanın “öğretmenim Huzeyfe çok azıttı” demesine karşılık, öğretmenin “Huzeyfe sana ne dedim?” diye bana kızdığını ve bunun üzerine bir daha yorum yapma gereksinim duymadığımı hatırlıyorum. En ön sırada Gürkan’la ve Seda’yla oturduğumu, 4. sınıftan sonra kimsenin ortasına oturmadığımı, Gürkan’ın bir ara sınıf başkanlığı yaptığını, Ali’yle beraber bu görevi paylaştığını hatırlıyorum. Sınavlardan 1-2 alanların sıra sopasına tâbi olduklarını, bir keresinde yıllarca nefret ettiğim ve etmeye devam ettiğim (sebebi bu yaşadığım olay değil) Fen dersinden 2 aldığımı ve bunun sonucunda “Huzeyfe senden hiç beklemezdim” diye başlayan uzun bir azar ve sonrasında diğerleriyle beraber iki elime toplam 4 kez sopa yediğimi, bu acı tecrübeyle 8. sınıfa kadar da bir daha 2 almadığımı hatırlıyorum. Sınıfta 5 kişinin adında Burak geçtiğini, daha sonra birinin isminin Samet olduğunu öğrendiğimizi, bir Burak’la (Sabri) 5 yıl boyunca birlikte eve gittiğimizi, bir Burak’la (Kadir) doğru düzgün konuşmadığımı, bir Burak’la (Taha) iyi anlaştığımızı, bir Burak’la (Samet) oyun oynadığımızı, diğer Burak’ın kim olduğunu hatırlayamama rağmen 5 tane Burak olduğunu hatırlıyorum.

13 yaşımda benden en az 15 cm daha uzun olan sınıf arkadaşım Burak’ın yüzüne resmen sert bir yumruk attığımı, sonra gelip benden özür dilemesini (niye o benden özür dilediyse), her şeyin yanlış anlaşılma olduğunu söylediğini, hiç kavgalara karışmayan biri olarak ilk yumruğun acı bir şey olduğunu öğrendiğimi, bir daha da kimseye yumruk değil tokat dahi atmadığımı, buna cesaret etmediğimi ve kimseyle bu şekilde kavga etmemek için söz verdiğimi hatırlıyorum. 13 yaşımda 6. sınıfa devam ettiğim bir gün, dersimizin Buğra Hoca’yla Sosyal olduğunu, o gelmeden önce Konuşanlar Listesinde adımın olduğunu, geldiğinde Konuşanlar Listesindekileri dövme ihtimalinin olduğunu, bu sebeple oradaki ismi silmek için ayağa kalktığımı ve tahtadaki tebeşirle yazılan her şeyi silmeye uğraştığımı, sildikten sonra tebeşir tozlarının sınıfa yayıldığını, bunun üzerine Buğra Hoca’nın gel yanıma dediğini, “Bu toza alerjim olduğunu bile bile mi yapıyorsun?” diyerek yüzüme 2 tane sert tokat indirdiğini ve hiç unutmayacağımı çok iyi hatırlıyorum.

Unutmak istediğim, yüzünü şeytan görsün bile dediğim insanları yıllar sonra karşımda görmek beni sevindiriyor. Sonra yaptıkları, neden onu sevmediğim hepsi bir an olsun gözümün önünden geçer gibi oluyor. Yine de ona bir şey demek gelmiyor içimden ve çekiliyorum oradan. Ama bu hiçbir şey. Okuduğum sınıfta en az karşılaştığım, sesini, yüzünü, hareketlerini en az gördüğüm-duyduğum kişiyi de hatırlıyorum. Onunla sadece bir kez konuşmuş olsam bile aklıma geliyor o konuşmalar, sesini unutmuyorum, nasıl biri olduğunu da, yaptıklarını da.

Ama bu kesinlikle bir yetenek değil. İstek. Bunu istemek. Bence iyi veya kötü yaşadığımız zamanları unutmamak önemli. Bilinçaltımıza yerleşen her anı kaydetmeye çalışmalıyız. Bir arkadaşınızın “Şu kuşu gördün mü?” dediğinde, bu konuşmanın aklınızda kalmasının nedeni; o kuşun farklı olmasından, ilk defa öyle bir kuş görmenizden, arkadaşınızla ilgili anılarınızı unutmak istemediğinizden, bulunduğunuz mekândan veya gökyüzünün normalden daha farklı olmasından kaynaklanmıyor. Kuşla ilgili özgürlük ifadesinin ön plana çıkması, arkadaşınız bak derken parmağını kaldırması, kuşa bakarken size çok ilginç bir şey söylemesi bla bla etkenler olmayabilir mesela. O ânın aklınızda kalmasını istemenizden kaynaklanıyor.

18 yaşıma basmaya gayret (!) ederken yaşadığım binlerce anı unutmadan hayatıma devam etmenin çok güzel olduğunu biliyorum. Unutmamak için çaba sarf etmemenin, yıllar önce gördüğüm birine (en azından) “bu yüzü bir yerden hatırlıyorum” diyebilmenin, hatırlıyor musun diye başlayan cümlelerin çoğunun sonunu getirebilmenin, anılarla yaşamanın çok güzel bir duygu olduğunu biliyorum.

1 yorum: