Twitter'dan Sorun

1 Mart 2011 Salı

Başlıksız Yaşıyorum - Bölüm 1: Eminönü

En sevdiğim semt olan Eminönü'nün en çok zaman geçirdiğim yerine, vapurlarına
geldim. 

Kadıköy vapuruna ayağımı bastım, sol ve sağdaki koltuklara bakarak kendime uygun bir yer aradım. Hava çok soğuk olduğu için üst kata çıkmamıştım. Ki alt kat yeterince sıcaktı. Koltuklar için uygun yer ararken en arkalara göz gezdirdim, solda bir yer buldum. Oturur oturmaz bir çay istedim. Ben vapura bindiğimde topu topu 20 kişi vardı. Herkes yalnız oturmuş, herkes cam kenarını seçmişti. Karşılıklı koltuklara 10 kişi çok rahat oturabilirdi. En az 20 sıra olduğunu düşünürsek diye hesap yaptım, sonra ne saçmalıyorum diyip camdan dışarısını izlemeye koyuldum. İşte, klasik şeylerdi gördüklerim; Haliç, kuşlar, eski binalar, vapurlar ve adını bilmediğim Beşiktaş-Karaköy ayrımına gelmenizi sağlayan bir köprü.


Ben ilk binenlerdendim sanırım. Benden sonra onlarca yolcu daha geldi. Vapurun kalkmasına 10 dakika varken ben kendimi dışarıdaki manzaradan alıp kalemimin yazabileceği, defterimin alabileceği o sonsuz ve muhteşem yere kadar gitmeye karar verdim. Çantamdan kalem ve defterimi almaya yeltenirken karşımdaki boş koltuğa birinin oturduğunu fark ettim. O tarafa bakmadım bile, sadece en değerli eşyalarımdan ikisini çıkarmakla yetindim. Karşımdakinin kim olduğunu umursamadan, kelimelerin ellerinden tutup beni götürebilecekleri en uzak yere ulaşmak istedim ve başladım o gün yaşadıklarımı yazmaya:

Bugün okuldan kaçtım. Bazen canım bir şeye ‘gerçekten’ çok sıkılırsa veya o gün zaten dolu olan kafama bir de ders, hocayla okul sesi almak istemediğim için uzak kalmak istersem veya kafama eserse okula gitmek istemem ya da sonradan kaçarım.

Kimseye kötü örnek olmak istemiyorum, o yüzden bu yazdığımı çabuk unutsanız iyi olur :)

Bugün de canım sıkıldığı için kaçmıştım okuldan ama nereye gideceğim konusunda pek bir fikrim yoktu. Eminönü’ne gitmeye karar verdim. Mahallemizin en işlek, 300 metrede 3 tane dört yola sahip Cengiztopel caddesinden bindiğim 99 kodlu otobüsün en arka koltuklarından, sağ tarafa oturdum, zaten bomboştu o kısım. Gerçi otobüsün yol boyunca dolduğu da söylenemez.

Bindiğim yerden Eminönü’nün Karaköy’den geçerek son durağına gelinceye kadar 50 dakika kadar geçiyor, hayatımın hızla akan zamanlarındaki gibi. Böyle yolculukları çok seviyordum. Yanımda kimse olmadığı zamanlarda, 20 dakikayı aşan mesafelerde yolcuysam hep zihin devreye giriyor çünkü benim için. Ama yol boyunca düşündüklerim genelde boştu. Dün sınıfta neler yaşadığımı, geçenlerde arkadaşımla konuştuklarımızı, bilgisayarda hangi oyunu oynadığımı vesaire düşündüm. Eminönü’ne gidince neler yapacağım konusuna hiç değinmedim. Sadece oraya gidecektim işte, bunda bir amaç armaya gerek yoktu. Yapayalnız olacaktım… öylece…



Eyüp’ü geçtiğimde gördüğüm dev manzara; Haliç Köprüsü’nün büyük gölgesine, küçük tepelerin üzerindeki mütevazi evlerin dizilişine, Balat’a, Osmanlı’dan kalma eski ya da restore binalara, ara sokaklardaki sessizliğe, yer altındaki işletmelere ve hayatın güzelliğine, Eminönü’ne gidişin haberini veren canlılığa sahip Haliç sularıydı. Biraz olsun yaşamın tüm renkleriyle hala devam ettiğini bilmek isteyen herkesin görebileceği ayrıntıların var olduğu tarihi Balat’tan her geçişimde mutluluğu ve huzuru, kanımın her damlasına, varoluşumdan beri içimde heyecan olan tüm duygulara, beynimin kötü düşüncelerine nakşettiriyorum. Ali Ağaoğlu’un da dediği gibi “burda bi yaşam var”. Yolun devamında gelen ihtişamı, gözleri görmeyenin bile hissedebileceği havayı, insanın oradan geçerken görmemesi hiç makul değil.

Otobüsün ısıtamadığı ellerimi ve kulaklarımı Eminönü’nün samimiyeti ve sıcaklığı ısıtıyor. Zira geldiğim yer bana göre İstanbul’un en harika yeriydi. Dünya’nın soğuduğu yerde Eminönü sıcacık olurdu. İnsanlığın bittiği yerde Eminönü hınca hınç insanla dolardı. Martıların ve balıkların neslini tükettiği yerde Eminönü’nde onlardan geçilmezdi. İşte Eminönü benim için böyle bir yerdi.. Birçok kelimenin ağızdan çıkamayışına şahitlik edilecek, insanın doğasında var olan duyularına işleyen kokusuna doyulamayacak bir yerdi.

Galata Köprüsünde melun melun yürümek, Tahtakale’deki dükkânlara göz gezdirmek, balıkların balıkçılara karşı yaşam mücadelesine şahit olmak, vapurda martıların sesine hayran olmak, Yeni Cami’den ezan sesini duymak, Galata Kulesine sahipmiş gibi hissetmek, soğuğu mu çayı mı içine sindireceğine karar verememek, sokaklarında amaçsızca gezmek, dalgaların belli belirsiz savurduğu balıkçı teknesinden yarım ekmek almak, insanlardaki mahkeme duvarına benzer surat ifadesine maruz kalmak, gece karanlığında sokak lambası haricinde terkedilmiş olmak… Eminönü demektir, hatta kelimelerle kısıtlayamamak, cümleleri sıralarken yutkunmak, damağını kurutmak demektir. Böyle bir yere her geldiğimde, yaşadığım duygular anlatılmaz yaşanır; yaşanmalı.

Karaköy’den, sağ ve solda bulunan iş yerlerinin arasında, trafiğin her zamanki gibi sıkıcı olduğu vakitte Galata Köprüsünden ilerleyip geldim Eminönü duraklarına. İndikten sonra birkaç saniye düşünürken baktım etrafıma. Kararımı vermiştim, en iyisi ‘öylesine yürümek’ti. Durakların yanındaki yer altı tünelinden Yeni Cami meydanına, Mısır Çarşısı yakınlarına ulaştım. Çarşının dışında kalan ve hemen yanında bulunan şarküteri elemanlarının bağırışlarıyla sağ tarafa doğru yürümeye başladım; ilerideki tanıdığım, güvendiğim börek salonuna.

Yürürken, oraya giderim düşüncesiyle ilerledim ama börek salonuna vardığımda yemek yemek için henüz erken diye düşündüm. Sola döndüm, rüzgârın yaprağı savurması gibi, beynimle değil, bedenimle hareket ediyor, sokağın sonuna gelinceye kadar bir sonraki döneceğim sokağı akıl etmiyordum. Aptal gibi yürümek isteyen herkesin yaşayacağı şeyleri yaşadım.

Sağa bakıp gülümsedim, soldaki vitrinleri inceledim. Bazen yavaş yürüdüm, bazense hızlı. Islık çaldım, şarkı söyledim. İmasızca sırıttım, ensemden soğuk girince titredim.

Saatin kaç olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Dükkânların içine bakıp saati yokluyordum. Yolda binlerce kişiyle karşılaşmama rağmen hiç konuşasım gelmiyordu, o yüzden saat sormak da istemiyordum. Saatten habersiz, Tahtakale’de etrafıma amaçsızca bakıp, boş boş gezinirken, ıslık çalıp ellerimi cebime atmanın çok zevkli olduğunu biliyorum. Konuşma gereği, saate bakma gereği, nereye gittiğimi bilmem ve neler hissetmem gereği duymadım hiç. Ne kalbimde bir boşluk, ne aklımda bir fikir, ne içimde bir his, ne gözüme göre güzel bir şey vardı.



Yollar yolları, kalabalık sokaklar daha kalabalık sokakları kovaladı ve ben Mısır Çarşısının bir kapısından girip, diğer kapısından çıktım. Çarşı çoğu zamankinin aksine, az ziyaretçiye sahipti. Zaten onların da çoğu turistti. Niye gelirlerse, böyle bir havada, hatta böyle bir saatte buraya? Merakım kısa sürdü.

Çarşının çıkışında Galata Köprüsünde yürümeyi seçtim, ilk kez karar vererek. Yine yer altındaki tünelden karşıya geçtim. Sağ çapraza, köprüye doğru ilerledim. Köprünün üstünden yürümeye başladım. Etrafıma dikkatle bakındım. Yürüdüğüm köprü kaldırımında balıkçıların çok fazla bulunmasına rağmen karşı kaldırımda çok az balıkçının bulunmasının nedenini de merak ettiklerim listesine aldım. Merak kısa sürdü. Martıların uçuş düzenindeki ayrıntılara bakmaya çalıştım falan.

Köprünün yarısına kadar gelince Karaköy’de gezecek bir yer olmadığını düşündüm, geri dönmeye karar verdim. Merdivenlerden aşağı inip köprüyü aynı yoldan geri dönmenin anlamsız olduğunu fark ettim. Köprünün altından, balıkçıların, restoranların, kafelerin bol olduğu yerden tekrar Eminönü duraklarına geldim. Tahmini bir saatlik gereksiz ama huzur verici yürüyüşün beni acıktırdığını anlayınca Tahtakale’de yürüyüşe başlamadan önce gitmek isteyip de vazgeçtiğim o börek salonu benim için en iyi tercih dedim. Yine kısa bir yürüyüşten sonra o dükkâna geldim.

2 pide ve bir çay istedim. Kıymalı pide, çok sevdiğim çaydan daha lezzetliydi. Karnımı çok doyurmadan hesabı ödeyip çıktım ve yine düştüm sokaklara. Yeni Camiye doğru ilerlerken meydandaki bayiye almayacağım dergilerin var olup olmadığını sordum. En çok aldığım Oyungezer hariç, sorduğum tüm dergiler vardı. Kolay gelsin diyerek ayrılmaktan başka çarem olmadığından yine tünelden karşıya geçtim. Acaba kaç kez geçtim diye merak ettim. O merak da kısa sürdü.

Ne yapayım, ne edeyim derken vapurlara binmek aklıma geldi. Ayaklarımın sürüklediği yere gittim, pasomla geçtim. Üsküdar’a mı Kadıköy’e mi gideceğimi bilmiyordum. Seçimimi Kadıköy olarak yaptım. Vapura adımımı basarken kendimi yalnız adamlara benzettim. Ben yürürken kamerayla çekselerdi çok saçma bir film olabileceğinden, her adım attığımda kararsız seçimler yaptığıma kadar birçok düşünce gelip geçti zihnimden.

Vapurda kendime göre bir yer bulup oturduktan ve üstteki yazımı yazmaya başladıktan uzun bir süre sonra…
Devamı ikinci bölümde…

1 yorum:

  1. Eminönünü öyle güzel anlatmışsınki hayran kaldım

    YanıtlaSil